9 Ocak 2008 Çarşamba

Son üç ay hareketli geçti. İnişler çıkışlar, iş değişikliği ve daha da kritiği kayıplar. Annesinin ölmesi öngördüğümden de çok etkiliyormuş insanı. Aşk ile tutkun olan veya birbirinden nefret eden anne/oğul ilişkilerinde "yas" daha düz gibiymiş geliyor bana. Ama ben özellikle son 10 yıldır yaşadıklarım ve yaşattıklarından ötürü onu daha affedememişken bu kayıptan sonra artık sadece kendimi affedebileceğim. Becerebilirsem elbette ... Yine de şükrediyorum ölmeden önce yanıma geldiği, son bir kez gördüğüm için. Son bir kez torunlarını gördüğü için. Ankara'da, evde ölü bulunsa kendimi affetmem iyice zorlaşırdı herhalde. Ayrıca son 24 saatinde de elimizden geldiğince çabaladık, hiçbirşey yapamamış olmaktansa, buna da çok şükür. 2008'e yoğun bakımda ve bilinci kapalı olarak girdi. 1 Ocak'ta da kaybettik. Sanki yanımıza ölmek için gelmiş gibi. Hemen işe dönmek en kolay çözümdü ama yeğlemedim. Yasını tutmak, onun için gelenlerle zaman geçirmek ve onun da sevdiği ritüelleri yerine getirmek daha doğru geldi. Yemekler yapıldı, dualar okundu ve en kötüsüde hiç yüreğimin kaldırmadığı telefonlar oldu. Çoğuna Gülfem baktı ama yine de fobik hale geldim. Pazartesi işe döndüm ve burada olmak daha kolay, ameliyat yapmak, koşuşturmak daha kolay.

2 yorum:

KKaban dedi ki...

Çocukken ne kadar da netti doğru ve yanlış arasındaki fark. Bunda bilmeyecek ne var? Bu doğru, bu da yanlış. Büyüdükçe başkalarının doğru ve yanlışlarıyla bizimkiler bir de bakmışız birlikte yoğrulmuş ve gri bir bulamaç olmuş. Ve en doğru bildiğimiz şeylerden bile zaman zaman şüpheye düşer olmuşuz. Büyümenin yükü, yaşlanmanın ağırlığı bu olsa gerek. Çok görüşmesek de seni seviyorum eski dostum. Kendine iyi bak!

emre dedi ki...

Tebeşir tozunun tadına ilk vardığımız zamanlardan beri "insanın diğer hayvanlardan farkı düşünebilmesidir" derlerdi hep. İlk zamanlarda bu hipotez çok mantıklı gelmişti bana, sanki ben ortaya sürmüşüm gibi büyük bir istekle kabullenmiştim bunu. Sonraları kendimi inandırdım ki, aslında körü körüne düşünmek değil, yaşanılan olaylara anlamlandırmaya çalışmak insanların en büyük farkı. Belki de insanlara verilen bir ceza bu; anlamlandırmaya çalışmak, sevinmeye çalışmak, yas tutmak ve yerine koymaya çalışmak. On yaşıma yeni girmişken annemle ilgili hatıralarım silikleşmeye başladı, ve evvelinde geçen 1 sene boyunca soluduğum hastane, ilaç ve radyasyon kokusuydu beni hastane ve doktorlardan bu kadar korkutan. Ödüm kopardı tanılardan, sağlık karnelerinden, sadece eczacıların okuyabildiği reçetelerden ve ilaçların üzerine eczacıların acelece yazdığı talimatlardan, hiç işim düşsün istemezdim. Hala derin nefes aldığım zaman burnuma dolan ve yüreğimi sızlatan bu kokular hep "neden" diye düşünüp bir türlü anlamlandıramadığım zamanları hatırlatırdı bana. Ben muayene sedyesinde, başımda Kemal Raşa dikilip "pilonidal sinüs"ümü incelerken "hmmm, seni yarın ameliyat edelim" dediğinde ise "neden" diye düşünmeye pek vaktim kalmadı. Birkaç gün içerisinde kafasında ameliyat bonesi ile, damarlarımda dolaşan "mutluluk ilacı" (hala portakal suyu ile iyi bir karışım olabileceğini düşünüyorum :)nın tadını çıkarırken ameliyathanede karşıladı beni. "Çok korkuyorum doktor" dedim, ve aslında güven verici tavırlarından beklenebilecek alaylı bir cevap ile "ben de" dedi. "Hala çok geç değil, gel vazgeçelim" dedim, göz ucuyla damar yoluma giren şırıngayı keserken "ah, artık çok geç" dedi, ve belki de hayatımın en sessiz, en acısız ve ilk defa anlamlandırma çabasından uzak 1 saati başladı. Sanıyorum doktorumun bıraktığı "sevimsiz imza"sını gördüğümde ufak bir tebessümle hatırlayacağım bu çok korktuğum birkaç günü. Bu bloglara girmek nedense hep birisinin evine izinsiz girmek gibi saçma bir düşünce uyandırır bende, fakat bir imza da ben atmak istedim :) Teşekkür ederim doktorum, hayat çizdiğiniz yoldan aksın...